Futbol Kültürleri

Hamburg maçından sonra yanlış hatırlamıyorsam Ercan Taner’di “Galatasaraylı futbolcular rakibin bir Alman takımı olduğunu –ya da Alman ekolünden olduğunu-, maçı doksan dakika boyunca bırakmayacağını unuttular” diyen. Gerçi bu genellemeyi yapan birçok insan var, Lineker gibi, ve konu sadece Almanlarla ilgili de değil. Tekniği olmayan fiziğe dayalı Iskandinav ekolü de var, yan toplarla oynayan Ingiliz ekolü de. Brezilya ekolünü ve her dönem yeni bir Maradona adayı çıkaran Arjantin ekollerini saymama gerek bile yok aslında. Daha da özele gidebiliriz.
Gerets’in ikinci sezonunda Şampiyonlar Ligi’nde rakip PSV’ydi ve yanlış hatırlamıyorsam bazı önemli oyuncularını, ama daha da önemlisi forvetlerini satmışlardı. Hollanda’dan gelen bir gurbetçi amcayla konuşuyordum, ben konuyu dile getirip Galatasaray’ı favori gösterince, başını acıyla sallayıp, PSV’nin her zaman çok iyi forvetler keşfettiğini, durumun bu sene de farklı olmadığını ve PSV karşısında Galatasaray’ın işinin çok zor olduğunu söyledi. Haksız da değildi hani, Gullitt, Romario, Ronaldo, van Nistelrooy, Kezman hatta zorlarsak Ajax’ta ünlenen Real’in son forveti Huntelaar PSV’den çıkmış forvetler. Uzattım ama, demek istediğim genelleme yapmak doğru olmasa da bu ekol olayları tamamen tesadüf de olmasa gerek!
Peki bu ekolleri başlatan, geliştiren faktörler ne? Açıkçası bilmiyorum, cevabı da verecek değilim. Ama Michigan’da kaldığım süre boyunca katıldığım 2 salon futbol turnuvasındaki tecrübelerime değinerek değişik futbol kültürleri hakkındaki tespitlerimi belirteceğim.
Biz Türkler futbolu biliyoruz!!!
İlk turnuvamız üçer kişilik takımlarla minyatür kale maçların yapıldığı Üniversite Apartmanları Turnuvası’ydı. Bu turnuvanın güzel yanı değişik ekollerden temsilcilerin olması: Türkiye, Amerika, Kanada, Vietnam, Arabistan, Kuzey Afrika, Ukrayna, İran… Tamam pek Avrupa temsilcisi yok ama olsun, zorlasak mini bir Dünya Kupası! Sonda söyleyeceğimi şimdiden söyleyeyim, küçük saha, kondisyondan ziyade teknik ön planda, peki şampiyon kim, tabii ki Türkiye!!!
Bizim taktik şöyleydi: Tekniği yüksek iki arkadaş hücum görevini üstleniyor, eski bir kaleci olan bendeniz ise defansta yer alıyor, ileri pek çıkmıyordum. Yalnız, arkadaşların kondisyonları mükemmel olmadığı için ikisi Amerikalı dört yedek oyuncumuz da kadro derinliğini arttırıyor, yorulan arkadaşların yerini zaman zaman dolduruyordu. Açıkçası “diversity” namına takımlarında kız bulunduran Amerika ve Kanada temsilcileri bizi pek zorlayamadı. İran takviyeli Ukrayna temsilcisi bize zor anlar yaşattı, ama nihayetinde takım defansını iyi yapmamız sayesinde taktiksel olarak ağırlımızı koyduk. Aslında bunu söylemek istemiyordum ama mecburum sanırım. Türk halı saha kültüründe takım savunması demek, defansa ileri pek çıkmayan bir “kazma” ama “savaşan bir takım oyuncusu” koymak demek. Bu “kazma” bu sefer bendim, ama devamlı bir defans oyuncusu olması sayesinde maçları eninde sonunda kopardık.
Herkes topa, Türkler Hakeme!!!
Türk ekolünün taktiksel niteliğinin yanında bir başka ünlü yanı olan hakemle oynama özelliği ise kendisini Vietnam takımına karşı oynanan yarı final karşılaşmasında gösterdi. Futboldan bihaber olan, sadece sertlikle bizim teknik yıldızlarımızı yıldırmaya çalışan Vietnam ekolü temsilcisi, bu hedefinde nerdeyse başarılı oluyordu. Sertleşen oyunun da etkisiyle, Hagi sonrası özellikle Galatasaraylı gençlere miras kalan hakemle tartışma alışkanlığı hem takımın oyundan düşmesine, hem de neredeyse hakemin maçı tatil etmesine yol açacaktı. Ama bir şekilde bu sorun da aşıldı.
Final maçı da aslında benzer hakem anıları bıraktı bizde. Eski bir hakem olan, ve genelde tüm pozisyonlarda sükunetini koruyan ben bile bir penaltı pozisyonundan sonra kısa süreli de olsa bir galyana gelme tecrübesi yaşadım. Açıkçası, rakibimiz Arap temsilcisinin teknik olarak bizden eksiği yok, fazlası vardı. Hızlılardı, kondisyonları iyiydi, bileklerine hakimdiler ve top ayaklarına yakışıyordu. Peki biz nasıl altın golle de olsa nasıl kazandık? Bence en önemli faktör rakipte bir “halı saha kazması” olmamasıydı. Ama benim varlığıma rağmen yine maç gitmek üzereydi, ta ki biz iki Amerikalıyı oyuna sokana kadar.
Vitamin çocuklar koşar, hoplar, zıplar, sonra yine koşar
İkinci yarıydı, rakip atakları bizi bunaltmış, kondisyonumuz tükenmiş ve ardı ardına gelen goller moralimizi bozmuştu. Derken iki Amerikalımızı oyuna aldık. Daniel ve Jacobs, kale boş da olsa gol atamadılar ama koştular, mücadele ettiler ve rakibi 10 dakika boyunca yordular. Daniel o kadar enerji doluydu ki, yerinde durmuyor, rakiple mücadeleye giriyor, etrafında rakip olmazsa bu sefer kendi kendine mücadele ediyordu. Peki sonunda ne oldu? Bizim teknik oyuncular oyuna girip birkaç çalım ve birkaç şutla yıpranan rakibin işini bitirdiler.
Takımımızda bulunan iki Amerikalı’dan bahsetmem tesadüf değildi. Amerikalılar obez insanlar olarak bilinir. Doğrudur, bir kısım öyle, ama uç noktayı oluşturan diğer kesim de Türkiye’ye göre oldukça fazla. Buradaki kampüslerde yazın sürekli sürüler halinde yarı çıplak koşan gençler görürsünüz. Hatta 5 ay kardan sonra havaların arada tesadüfen (!) ısındığı bir gün, bunu fırsat bilen gençler bir gün için de olsa yine koştular, o kadar yani. Burada bir futbol ekolü yok belki ama bir spor kültürü olduğu bir gerçek. Eğer birisi şişman değilse büyük bir ihtimalle fiziği ve kondisyonu çok iyidir.
Buradan sanırım ikinci turnuvamıza geçmeliyim. Yine salon, ama bu sefer saha büyük! Yine sınırsız oyuncu değişikliği hakkı var, taç yok, ama işin ilginç yanı aut ya da korner de yok, zira saha dediğim şey eski bir buz hokeyi pisti!!! Bu sefer gerçek yerime, kaleye geçtim. Defansta İsviçreli Chris, önünde rakiplere göre tekniği çok üst düzey olan üçlü Türk orta sahası, forvette ise Amerikalı da olsa 1 sene İspanya görmüş Real Madrid taraftarı, uzun boylu pivot forvet Adrian. Bu arada hepimiz lisansüstü öğrencisiyiz. Rakip ise altışar kişiden oynanacak maça 20 kişi gelmiş, teknikleri pek iyi olmayan yaşları 18-21 arası değişen Amerikalı vitamin çocuklar. Aslında maça fırtına gibi başladık, ilk beş dakika sağlı sollu ataklar, bacak arası çalımlar, paslaşmalar falan… Sonrasında ise eli belinde dolaşan yorgun bir takım ve rakiple benim aramda geçen maç. Maç öncesinde aylardır kaleye geçmemiş olmamdan dolayı içimde bir endişe vardı. Ama beklediğinden çok daha iyi oynadım. Aslında –övünmek gibi olmasın- şaşırtıcı derecede iyi oynadım. Hiç ilk pozisyondan, karşı karşıyalar dahil, gol yemedim, dönen toplarda bile başarılıydım ama bir yere kadar. Topu kornere çelme hakkın yokken, ve defans çökmüşken beşinci denemede de olsa eninde sonunda gol yiyorsun ve biz 35 dakikada 10 gol yedik. Hem de tekniklerini üst üste koysan bizim yıldız oyuncumuzun tekniği etmeyecek bir takımdan!
Takımımızın yeni yıldızı
Kızdım, ilk maçtan farklı olmayan ikinci maçtan sonra, üçüncüye politika bölümünde okuyan bir Amerikalı lisans öğrencisi davet ettim takıma. Zira takımın kondisyonu olmadığı gibi yabancı oyuncu olarak aldığımız oyuncular takımın pas trafiğini de aksatıyor, hücum da yapamıyorduk (bu yabancı sıkıntısı bir yerden tanıdık geliyor sanki!!!). Bir de Lincoln gibi bir transfer de yaptık, hani takımın tekniğini arttıran cinsten: Muhammed, Arap ekolünden. Tekniği iyi aslında, iyi de top tutuyor, ama sorun şu ki bırakmıyor; en azından rakip onun ayağından alıp kontra atakla bizi vurana kadar.
Üçüncü maçta yine kaybettik ama yeni transferimiz (Muhammed olmayan) takımın en iyisiydi bana göre. En azından takım oyununu biliyor, tekniği iyi olmasa da boş yerleri görüp iyi paslar atıyor, fiziği güçlü olmasa da nerde duracağını bilip iyi defans yapıyordu. Kısacası ufak tefek bir kıza göre gayet iyi oynadı ve tekniği çok iyi de olsa bir takımın, fizik gücü ile takım oyunundan mahrum olduğu ve kazanma arzusunu unuttuğu sürece ne kadar çaresiz kaldığını, en acısı ise bu durumda bu takımın oyuncularının (yıldız kaleci de dahil) bir kız kadar bile olamayacağını gösterdi.

S. Selçuk

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Adın ne?"

Sex is back in rock and roll!

"Taco" demiştik!